Bu yazıya şair Gülten Akın’ın şiirinden bir dize ile başlayacağız: “Dünya uçurtmayla balonken/ Kırmızı ve mavi tayfın bütün renkleri/ Sana zehir zindan edenleri/ Bağışlayacak mısın?”
Bu yazıda bağışlamayanları anlatacağız. Unutmayanları, hiç unutmayanları; bağışlamayanları, susmayanları ve kavga içinde büyük kavgayı bekleyenleri anlatacağız. Direniş ve mücadele içindeki kadınları anlatacağız.
Biz kadınlar gözlerimizi bir kavgaya açıyoruz. Doğuyoruz, ağıtlar yakılıyor. Sistem bizi yaşamlarımızdaki ilk günden itibaren en gerici değerleri ile kuşatıp susturmaya, sindirmeye çalışıyor. Sistem bize tüm araçlarıyla saldırıyor. Boynumuzdaki zincirin, ayağımızdaki pranganın tarihi ezilenlerin ateş ve kanla yazılmış tarihi kadar eski. Bu tarih direnişimizin de tarihi.
Kadınlar, bin yıllardır birçok cephede direniyor. Ev işlerinin boğucu dünyasına, her türden bakım angaryasına, koca-baba baskısına, iş sahibi olduktan itibaren de iş almak için, kaybedilen evlatlarını bulmak için, yaşam alanlarının talan edilmemesi için, demokratik ve akademik hakları için… Şiddete, baskıya, haksızlığa, sömürüye boyun eğmeyen kadınların sayısı her geçen gün artıyor. Bir süredir toplumsal mücadelenin en önünde duruyoruz. Kadınların sokakları, meydanları doldurmaktaki ısrarı ve inadı bize bir doğruyu yeniden gösteriyor: En çok ezilen, çelişkileri çok daha keskin yaşayanlar mücadelede daha kararlıdır.
Gasbedilmiş haklarımız için, geleceği kurmak için bugün daha fazla sorumluluk alıyoruz. Çemberin dışına bir adım atıyoruz ve biliyoruz ki attığımız her adım ağır bedel getirecek.
Ülkemizin yarı feodal, yarı sömürge yapısı da kadınların yaşadığı baskı, sömürü ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştiriyor. Kadın bir yandan gerici değer yargıları; din, gelenek, görenek, töre, namus vb. adı altında köleleştirilirken diğer yandan kapitalizmin saldırısı altında iki kat fazla sömürülüyor. Erkek egemen sistem evde, iş yerinde, sokakta, kampüste kısacası yaşamın her alanında saldırılarını sürdürüyor.
19 Mart’ta başlayan eylemlerde de kadınların barikatları yıktığını, eylemlerde aktif rol oynadığını gördük. Bu durum ise beraberinde kadınlara yönelik birçok özelleşmiş saldırıyı beraberinde getirdi. Kadınların polis tarafından cinsel taciz, çıplak arama işkencesine maruz bırakılması gündem oldu. Öyle ki bir kadın, ifadesinde polis tarafından taciz edildiğini, korkudan altına kaçırdığını ve günlerce idrarlı giysilerle bekletildiğini ifade etti. Bu uygulamaların yeni olmadığını, özellikle siyasî tutsak kadınlara tecavüzlerin yaşandığını ve bunun normalleştirildiğini biliyoruz. Çıplak arama bu pratiğin devamı. Gözaltında hijyenik ped talepleri dahi karşılanmıyor, öyle ki geçtiğimiz 1 Mayıs’ta Taksim’e yürümek isterken gözaltına alınan kadın yoldaşlarımız 4 günlük gözaltı süresi boyunca tuvalete gitme hakkını kullanamamış, tuvalet ihtiyaçları için poşet kullanmak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte devlet, tutsak kadınları yıldırmak için en basit uygulamaları dahi işkence aracına dönüştürüyor. Hastane sevklerine eşlik eden askerler tarafından sözlü ve fiziksel taciz uygulanıyor, kelepçeli bir şekilde asker/polis/jandarma gözetiminde muayene dayatılıyor. Tüm hapishane giriş çıkışlarında çıplak arama dayatması nedeniyle birçok tutsak sağlık hakkına erişemiyor. 2021 yılında Kandıra 1 No’lu F Tipi Hapishanesinde tutulan Garibe Gezer’in ardı ardına hücre cezalarıyla işkenceye maruz bırakılması, buna karşı çıkınca tecavüze uğraması tutsak kadınların hapishanelerde yaşadığı şiddetin boyutunu ortaya koyuyor.
Devlet tutsak kadınların ailelerini arayarak “gerisi ile siz ilgilenin” diyor. Derinleşen ekonomik kriz içinde ezilmekte olan kadınların ev sahipleri, patronları devlet tarafından aranarak “ihbar” ediliyor. Devlet teslim alamadığı kadınları aile ve sermaye iş birliğiyle sindirmeye çalışıyor. Bu pratikler bir gerçeği ortaya koyuyor: Devlet, kadınların örgütlü gücünden korkuyor. Devlet, kadınların özgürlüğe doğru atılmış her adımından korkuyor.
Tarihe dönüp bakalım, faşizmin bu değişmez pratiklerinin nice örneğini orada bulabiliriz. İşte bir cümle: “Önce kadınları vurun!” İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında bir Nazi generali, Yahudileri gördükleri yerde öldürme kararı aldıklarında bu emri vermişti. 1789 yılında yazılan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde bahsi geçen “insan” elbette erkekti. Kadınların buna karşı direnişi sonucunda 1793 yılında Olympe De Gouges’in “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni yazdıktan sonra giyotine mahkûm edilmesi tesadüf değil. Mahkûmiyetin gerekçesini mahkeme şöyle açıklıyor: “Kendi cinsine yaraşmayacak şekilde politikayla ilgilendiği için ve ölümü diğer kadınlara ibret olsun diye…”
Demokratik hakları gibi ulusal hakları için mücadele eden kadınlar da savaşta özel olarak hedef seçiliyor. Taciz, tecavüz bir savaş yöntemi olarak uygulanıyor. Filistinli kadınlar, tecavüz görüntüleri ile tehdit edilmekteler, katledilen Kürt kadınların çırılçıplak bedenleri meydanlarda teşhir edildi. Ukrayna Rusya savaşı sırasında Ukraynalı kadınlara sanal medyada sıkça yöneltilen saldırılar da Rojava’yı işgale girişen Türk hâkim sınıflarının çeteler eliyle örgütlediği savaşta sürdürdüğü kadın düşmanı politikalar da IŞİD çeteleri tarafından Ezidî kadınlara yönelik süren saldırılar da bu savaş politikalarının niteliğini ortaya koyuyor. Bin yıllardır güçsüz, naif, barışçıl, sessiz gördükleri kadınların güç ve iktidar alanlarında erkek egemen anlayışlarına kafa tutmasına tahammülleri yok. Tarih boyunca halkı için savaşan kadınlara gösterilen düşmanlık hâlâ sürüyor. Ataerkiye dayanan burjuva anlayışın kadınlara biçilen toplumsal cinsiyet rollerininin parçalanmasına, kadınların bu roller dışında hareket etmesine tahammülü yok. Esir almak istediği, işgale giriştiği toplumların de kölesi olarak gördüğü kadınların kendilerine karşı gelmesi, direnmesi, savaşması karşısında kimliksizleştirme, teslim alma ve diz çöktürme politikaları ile kadına yönelik düşmanlıklarını ortaya koyarlar. Asmin (Gökçe Kurban) yoldaşın da dediği gibi “Kadınların savaşmak için herkesten çok nedeni var.” Bizim direnişimiz, binlerce yıldır boynumuzda olan zincirin keskin ve geri dönülmez biçimde parçalanmasıdır. Tüm dayatmalardan köklü bir kopuştur. Tüm gerici kurum ve pratikler karşısında teslim alınmayan iradenin yükselmesidir.
Sınıflı toplumlar tarihi boyunca ezilen ve her daim aşağılanan kadınlar hep direniştedir. Her anı kavga ile geçen kadın için direniş, bir var olma halidir. Kadın için direniş önce yaşamanın sonra özgürlüğe doğru ilk adımın adıdır. Onlarca yıldır devrimci-yurtsever kadınlar devletin teslim alma girişimlerini örgütlü mücadeleleri ile boşa düşürdüler. İçeride de dışarıda da onlarca hakkımızı teslim alamadıkları bu irade ile kazandık. Nasıl ki cinsel, ulusal, sınıfsal sömürü politikalarının mağduru her zaman kadınlar olmuş; buna karşı savaşımda da direnişte de başkahraman kadınlar olmak zorunda. “Değişim, ilerleme kadınların kendi gücünün farkına varmasıyla, bunu açığa çıkarmasıyla olacaktır” diyoruz. Haklarımızı gasbetmeye, mücadeleye atıldığımızda korkutmaya, sindirmeye çalışanlara karşı ezilen kadınlarla birleşmeli, politikalar üretmeliyiz. Değişimi örgütlemeliyiz. Kampüslerde, sokaklarda, fabrikalarda, tarlalarda ve hapishanelerde tüm haklarımız örgütlenmediğimiz her an kaybedilme riski altında.
Haklarımızı gasbedenlerin, bizi sindirmek isteyenlerin de bizden korktuğunu biliyoruz. Korkmakta haklılar. Boynumuza taktıkları zinciri, ayağımıza bağladıkları prangayı parçalamamızdan korkuyorlar. Doğduğumuz günden beri ev içi kölelik dayatması ile yaşıyoruz. Ev içi işler, yaşlı/çocuk bakım yükü gibi angaryalar altında eziliyoruz. Eğitim hakkımız, seyahat hakkımız, boşanma hakkımız, giyinme hakkımız, evden çıkma hakkımız, kürtaj hakkımız, kendimizi savunma hakkımız ve daha nicesi gasbedilmiş durumda. En önde çarpışarak bize biçtikleri rolü parçalayacağız. Kaybedecek bir şeyimiz yok, binler olup barikatlara aktık, milyonlar olup bu düzeni yıkacağız.
Gün tüm bu saldırılara karşı korkularını büyütme, cüreti kuşanma, örgütlenerek isyan ateşini yükseltme günüdür. Kırmızı ve mavi tayfın tüm renklerini bize zehir zindan edenlerden hesap soracağız!